The Who'dan Keith ve John Jimmy adında bi gençle grup kurmak isterler. Toplanırlar, stüdyoya girip provalara başlarlar. Fakat başarılı olamazlar. Bunun üzerine Keith, Jimmy ile çalışmanın çok zor olduğunu söyler.. Aradan zaman geçer Jimmy başka arkadaşlarıyla stüdyoya girer, provalar olumlu geçer. Kendi grubunu kurar. Grubun adı; Led Zeppelin.
The Who büyüsüne Jimmy Page eli değse neler olabileceğini düşündüğümde beynim sulanıyo, kalp atışlarım hızlanıyo, gözlerim büyüyo. 60 ve 70'lerdeki bolluk bereket başka hiç bi zaman diliminde yok, olmayacakta. O dönemin Woodstock görmüş insanıyla günümüzün Glastonbury insanı karşılaştırılamaz bile. Keza gruplarda öyle. Müziğin altın çağı bizim jenerasyonu es geçerek, bi dönemin gençlerini yozlaşmış pop kültürüne teslim etti.
Geldiğimiz noktada ise müzik can çekişmekte. Şahsen hiç sevmediğim elektronik müzik kültürü aldı başını yürüdü. Bi çok günümüz "efsanesi" kendini elektronik akımına kaptırarak can verdi. Bazıları ise pop müziğin ta kendisi olup çıktı, eldekiler yetmezmiş gibi. Kendini o sulara teslim etmeyenler ise, kıyıya vurmuş ve hala çırpınmakta. Büyük denizde popun balıkları hüküm sürmekte. Gençler ise gerçek müziği tanımaya meyil göstermeden kendini dönemin popüler kültürünün kucağında bulmakta ne yazıkki. Daha kötü olan ise, yeniliğe açık olmamaları, denemekten kaçınmaları.
Festival kültürünün bitmeye yaklaştığından bahsetmiştim. Rakamlar gerçekten can sıkıcı boyutlara ulaştı. Avrupa'da iptal edilen festivallerin sayısı giderek artıyor. Bazıları hava muhafeleti yüzünden ama önemli çoğunluk maddi kaygılar üzerine.. Ülkemizde ise hali hazırda eli ayağı düzgün 2-3 festival düzenlenmekte. Sanırım birini bu sene son görüşümüzdü (bkz:One Love). 2 büyük sponsor firma sağolsun ülkede 10 yıldır festivallere gelir sağlıyor, bi şeyler yapmaya çalışıyor. Ama gelinen noktaya bakıldığında hala "festival seyircisi" denen kültürün oturmadığını hatta varolmadığını söyleyebiliriz. Lâkin ülke sınırları içindeki müzik festivallerinin ömrü konusunda çokta endişeli değilim. Müzikseverlerin bi çoğu festivallerle henüz yeni tanışmış durumda ve heyecanlarını muhafaza etmekte. One Love'ın başına gelenler gidişatı olumsuz yönde etkilemez ise bizim açımızdan çokta karamsar bi tablo olduğu söylenemez. Ancak ben kötü yönde etkileyeceğini düşünenlerdenim..
Müziğin hiç susmaması ve her seferinde daha iyilerinin icra edilmesi dileğiyle..
Dün onun doğum günüydü. Ian'ın kısa hayatı ders niteliğinde. İyi ki doğdu, iyi ki müzik icra etti "bay elmacık kemiği."
NME geçtiğimiz günlerde onu bir kez daha onurlandırdı; Love Will Tear Us Apart son 60 yılın en iyi şarkısı seçildi. Joy Division'ın bu başarılarını görse yine gülmezdi ya bu adam, neyse..
Grup üyeleri ailesinden ayrıldıktan sonra sokaklara düşen arkadaşları için yazarlar bu aşmış şarkıyı.. Ne kadar doğrudur bilemiyorum ancak yalansa bile buna inanmak istiyorum. Çünkü bu tür hikayelerle daha dokunaklı oluyo, kabul edelim.
Yıl: 1996. Yer: Maine Road, Manchester City Stadium
Taze grup ve o dönem İngiltere'nin altın çocukları olan Oasis yaklaşık 100 bin kişilik bir hayran kitlesine konser vermekte. Sıradaki şarkı Whatever. Yaylılar da dahil herkes hazır. Güzel bi girişle şarkıya başlayan Liam seyirci tepkisini yetersiz bulur ve sinirlenerek şarkıyı yarıda bırakır. Biraz seyirciye çemkirdikten sonra sahneyi abi Noel'e bırakır. Tekrar şarkıya girilir, seyirci hep bir ağızdan şarkıya eşlik eder, Liam ise sigarasını yakmış kendi konserini izlemektedir.
Haber bültenlerinde "son 5000 yılın en sıcak yazı" tarzı cümleleri duymaya devam ederken, ben insanlık tarihinin en sıcak anlarını odamda yaşıyorum şu sıralar. Evet, fazla erotik oldu farkındayım fakat içinde bulunduğum ortam Merkür'ün doğu yakasından farksız olup erotizmden zerre nasibini almamış, nefes alıp vermenin çok güç olduğu, yer çekiminin zaman zaman kaybolduğu bi mekan. Şuan bu yayını 80 model Rus kozmonot başlığımla yazıyorum;
Benim hayatımın dönüm noktası James'i tanıma evvelinde gerçekleşti. Tim Booth'un eşşsiz vokali eşliğinde bi Manchester büyüsüne kapılmış gidiyodum. Hiçbi şeyin eskisi gibi olmayacağının farkındaydım. Adamımı bulmuştum.. İnsanların sürekli "bir film izledim hayatım değişti." masalını anlattığını biliyoruz fakat yemiyoruz. Kolay değil diye düşünüyorum bu cümleyi bi sanat eserine yakıştırmak. Bunu dile getiren insan hep daha iyisiyle karşılaştı, istisnasız.. Yıllar sonra bile o filmi izliyor, o müziği dinliyor, o kitabı okuyorsan bi nebze beni inandırabilirsin. James benim için hiç bitmeyen bi sevda oldu. Onların modası hiç geçmedi. Bi Gold Mother daha gelmedi..
Uzun zamandır düşünüyorum.. Ulan dinlediğim en iyi albüm hangisi acaba? diye. Karar vermesi çok güç. OK Computer'ı zirveye koysan, The Stone Roses gücenir. Sgt. Pepper's ı baştacı yapsan, Led Zeppelin IV'e ayıp edersin.. Sonunda böyle bi şeyin saçma olduğuna kanaat getirdim. Aşağıdaki video hangisinin burun farkıyla önde olduğunu gösterir.
Beach House'un merakla beklenen yeni albümü Bloom geçtiğimiz hafta raflardaki yerini almıştı. Utanmadan, sıkılmadan malum ortamlardan albümü edinmiş fakat nedense dinlemeyi unutmuştum. Geçen akşam aklıma gelince canhıraş şekilde albümü açıp bi çırpıda dinleyip, yalayıp yuttum.
O ne güzel albümdür öyle. Nutkum tutuldu, elim ayağım titredi, kendime gelemedim. Tamam, bu noktada abartmış olabilirim ancak Teen Dream'den sonra aynı kalitede bi albüm beklemek hayaldi açıkçası. Müziğin iyileştirici etkisini biliyoruz fakat bu albüm bambaşka. Sadece iyi hissettirmekle sınırlı kalmıyo. Olmayan birine aşık olasınız, asla varolmamış yerlere gidesiniz geliyo dinlerken. Beach House'a ait o güzel atmosferi aynen hissedip, kendinizi farklı hikayelerin içinde bulabiliyosunuz. Bi grubun bunu sürekli yapması tehlikeli boyutlarda mükemmelliyet içeren bi hadisedir günümüz müziğinde.
Şimdilik senenin en iyisi diyorum Bloom için. Bu albümü gidip satın alın, benim gibi öküzlük etmeyin ve eşe dosta armağan edin..
Red Hot Chili Peppers'ın 8 Eylül'de Santral İstanbul'da sahne alması kesinleşti. Mekanı bilmeyenler için; RHCP'ye yetmeyeceğini rahatça söyleyebilirim. Göt göte, hoplaya zıplaya yürümeye hazır olun, idmanlı gelin.. Biletler satışa çıktı bile.
Öncesinde ise; Pozitif Günler'in Two Doors Cinema Club ve Metronomy'i getireceğini biliyoruz. Gözden kaçırdığımız bir de Nouvelle Vague var. Tercih hakkımı bu güzel bayandan yana kullanıcam sanırım..
Purple Concert organizasyonuyla İstanbul yeni bi festival kazanıyomuş; İstanbul Open Air. 4-6-7 Temmuz'da Parkorkman'da hard rock'ın temsilcileri sahne alacak. Açıklanan gruplar şu şekilde; G'NR, Evanescence, Godsmack, In Flames, Apocalyptica, Within Temptation, Ugly Kid Joe, Lacuna Coil, Skindred, Sweet Savage, Şebnem Ferah, Pentagram, Ayşe Saran, Redd, Erdem Yener, Planeur...
Zaz Türkiye turnesine çıkıyor 27 Haziran Maçka Küçükçiftlik Park'ta sahne alıp daha sonra İzmir ve Ankara'da da sahne alacak.
Değil bu günün, doğrudan bu yazın bombası olabilecek haber; Morrissey'in Türkiye ve İsrail konser tarihlerinin yakında açıklanacak olmasıdır. Ufak bi titreme, aksırma, tıksırma ve çift görme gibi bünyede tuhaf etkilerle karşıladım haberi. Şaka lan şaka gayet cool takıldım. Salona geçip viskimi doldurdum, sonra bayılmışım..
1 haftadır yazmayınca bi blogun olduğunu bile unutuyosun. Her gün yazma gibi bi zorunluluğun olmaması güzel tabii. Eskisi kadar ağırlık veremesem de tamamen yazmayı bırakacağımı da sanmıyorum. Şahsım için istikrar hiç alışık olmadığımız, uzak, gerçek dışı bi durum.. Neyse ki şehre güneş uğradı da gotik dönemden sıyrıldık. Güneşli haftasonları yaşandı, pazartesi sendromu aşıldı derken yine haftanın ortasındayız. Herkesin yaz için planları hazır olmalı şimdiden. Eğer değilse derhal yapmaya başlayın şimdi, şuan (blogger burada münferit 3-5 kişiden bahsediyor).
Gecenin teması; "Somebody"
İyi geceler.
Devendra Banhart - Heard Somebody Say
Elliott Smith - Somebody That I Used To Know
The Smiths - Last Night I Dreamt That Somebody Loved Me
Daha önce blogda defalarca adı geçti; The Charlatans UK. 89' tabi Manchester çıkışlı Stone Roses'ı andıran tarzıyla indie alemine nam salmış, çok güzel şarkılar kaydetmiş, döneminin bitmesiyle kaybolup gitmiş 'baba' gruplardandı..
Kontra bisikletlerin olduğu, hele bi de dinamonuz varsa pek havalı olduğumuz dönemler. Uyanır uyanmaz içimizin kıpır kıpır olduğu, o gün ne giyeceğinizin önemi olmadığı lâkin ışıklı spor ayakkabımız olsa ne de güzel olurdu ki dönemleri. Şiddetin top oynarken yaşanan itiş kakışlardan ibaret olduğunu sandığımız güzel günler. Endişenin yer edinmediği bünyeler, en güzel yiyeceğin ekmek arası olduğunu düşünen veletlerdik. Ne zaman büyüdük ki ölüyoruz?
İlk aşk için jöleden yapılan betonarme saçta kalmıştık halbuki en son..
Çocukların ölmediği bi dünyaya, müziğin hiç susmadığı, iyilerin azınlıkta olmadığı, insanlığın kavramını yitirmediği, özgürlüklerin çalınmadığı günlere..
Indie İstanbul Sigur Ros geliyor deyince ortalık karıştı bugün. Biz de kendilerine güvenerek pek bi sevindik. Ağustos ayında bi Avrupa turnesine çıkıyor İzlandalı grup. Sonbahar gibi anca gelebilirler diye tahmin ediyorum..
Ardından aynı site The Drums iddiaları attı ortaya. Her iki haberde de kaynak yok, resmi açıklama da yok tabi ki. 14-15 Temmuz'da yapılacak olan One Love Festival'in line-up'ı açıklanmadan bu karmaşa bitmeyecek gibi. Malum bu sene Rock'n Coke gerçekleşmeyeceği için tek ümidimiz One Love.
Geçtiğimiz gün ise Two Door Cinema Club ve Metronomy konserleri açıklandı. Pozitif Günler kapsamında Maçka Küçükçiftlik Park'ın evsahipliğini yapacağı organizasyon 28 Haziran tarihinde gerçekleşecek.
Yeni albüm haberleri de gelmeye başladı. The Shins'in 16 Mart'ta çıkacak olan albümü Port Of Morrow Radyo Eksen sitesinden dinlenebilir. Aynı şekilde Paul Weller'in Sonik Kicks'i için ise adres NME.com..
The Temper Trap ise başarılı prodüktör Tony Hoffer ile çalıştığı, kendi adını taşıyan 2. stüdyo albümünden Rabbit Hole isimli parçayı yayınladı.
Bir garip şarkı yarışması olarak Eurovision'ı ciddiye alan 3-5 ülkeden İsveç'in parçası Euphoria'yı dinledim. İskandinav ve Sovyet ülkeler arasında oylama mevzusu yüzünden savaş çıkmazsa İsveç 1. olur. Hatta şarkı baya patlar gider yarışmadan sonra da. Hanım ablamız güzelliğiyle 1-0 önde ayrıca..
Sırbistan ise yarışmaya Coldplay'in Paradise'ı ile katılmayı tercih etmiş, ilginç karar. İngiltere'nin Adele, Ermenistan'ın System Of A Down, Finlandiya'nın Children Of Bodom, Almanya'nın Ramstein hatta ABD'nin (!) Pink Floyd (!) ile katılmadığı amatör şarkı yarışmasında kazanan kim olursa olsun üzülen TRT spikeri Bülend Özveren olacak gibi..
Bize gelecek olursak; Can Bonomo dans etmezse ilk 3'e gireriz. Net.
The Smiths'in gitaristi Johnny Marr; "Mevcut hükümet düşerse The Smiths dönebilir." dedi.
NME ödülleri sahiplerini buldu; Best British Band - Kasabian, Best New Band - The Vaccines, Godlike Genius - Noel Gallagher, Best Reissue - The Smiths 'Complete Reissues, Worst Album - Justin Bieber..
Madonna İstanbul Konseri biletleri satışa çıkışının henüz 2. gününde tükendi.
İngiliz indie grup Puressence 15 Mart'ta İstanbul Babylon sahnesinde.
Dünya turnesine Amerika'dan başlayan Radiohead, American Airlines Arena'da iki yeni parçasını seslendirdi; Identikit ve Cut a Hole.
"Rivayet o dur ki İngilizce sözlüklerde "underrated" kelimesinin karşılığı "James" olarak verilmiştir."
..
1982 yılında pop müzik tüm dünyayı etkisi atlına almış fakat İngiltere'ye okyanusun diğer tarafında olduğu gibi bi etkiyi tam olarak bırakamamıştı. Ada'da rock müzik direnişini sürdürüyordu. Kısa geçmişi olan bu müzik türü de yeni kollara ayrılıyor ve bi çok alt kültürü ve müzik türlerini oluşturuyordu. İngiltere'de tabiki Manchester'ın dönemiydi, en iyi müzik grupları bu şehirden çıkardı..
1982 yılı Manchester University'nin haşın dansçısı Tim Booth'u ikna eden James grubu elemanları fazla vakit kaybetmeden çeşitli mekanlarda çalmaya başlar. The Fall'ın önünde sahne almaları ve Hacienda'da etkileyici bi performans sergilemeleri sonucu çok geçmeden de Hacienda patronu, Factory Records'un kurucusu, Manchester sound'unun yapı taşlarından olan Tony Wilson'ın dikkatini çekerler.
..3 parçalık ilk EP Jemino piyasaya çıkmış ve haftanın plağı seçilmişti..
İlk EP başarılı olmuştu. James dönemi esir alan The Smiths in ön grubu olarak turnelere çıkmaya başlamıştı. 1986 yılına gelindiğinde gitarist Paul Gilbertson uyuşturucu sorunları sebebiyle gruptan uzaklaştırılıyor yerine Larry Gott getiriliyordu. James II adlı ikinci EP'de başarılı olmuş grup kemik dinleyici kitlesini oluşturmaya başlamıştı.
Bu dönemde grup üyeleri özel hayatlarında kısıtlamalara gitmiş, Factory Records'un albüm isteklerine yanıt vermeyerek Sire Records ile anlaşmıştı. Aynı dönemde gelen 3. EP Sit Down ve tekrarlı sözler içeren, Stutter albümü 1986 yılında piyasaya çıkmıştı. Düşük bütçeli ve tanıtımı yapılmayan albüm beklenen ilgiyi görmemiş, James birden bire gözlerden düşmüştü.
1988 yılının Eylül ayında grubun Sire Records ile son çalışması olan Strip Mine piyasaya çıktı. Grup Sire ile sorunlar yaşıyordu. İkinci albüm de beklenen ilgiyi görmemişti. James'in bi şekilde Sire'den yakasını kurtarması gerekiyordu ve başardılar da.. Fakat grubu zor günler bekliyordu.
Bu dönemde Manchester Royal Clinic'de kobaylık yapan grup üyeleri çaresizliğin dibindeydi.. Kendilerini konu alan bir belgesel bile çekilmişti. James için daha kötüsü olamazdı.. Yeniden sahnelere ve listelere dönmeliydiler. Rough Trade Records etiketli ve tamamen banka kredileriyle çıkarılan, canlı kayıtlardan oluşan albüm One Man Clapping indie listelerine 1 numaradan girmişti..
1989 yılına gelindiğinde sahnede kapışan Booth-Whelan ikilisinden davulcu olan gruptan ayrılmış yerine David Baynton-Power getirilmişti. Bu dönemde gruba yeni ve yetenekli müzisyenler dahil olmuş Gold Mother albümü piyasaya sürülmüştü.. Albümden çıkan single'lar Come Home ve Sit Down indie listelerini alt üst etmişti. Bu başarıdan sonra turnelere büyük ilgi gösterilmiş ve grup Fofana Records ile anlaşma imzalayarak Gold Mother albümünü 1990 yılında tekrar piyasaya sürmüştü.. Bu versiyonda yer alan Lose Control ve Sit Down şarkılarıyla İngiltere listelerinin tepesine yerleşmiş, albüm tahmin edilenin 10 katı kadar fazla satış rakamına ulaşmış, Sit Down single'ı Ada'nın en çok satılanı olmuş ve grup bi an da tekrar kamuoyunun dikkatini çekmişti.. Kötü günler geride kalmış, en önemlisi James dönmüştü.
1992 senesine gelindiğinde James en iyi işlerinden biri olan Seven'ı piyasaya sürdü. Albüm özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde tutuldu ve grup oldukça geniş bir hayran kitlesi edindi. İngiltere'de de oldukça ses getiren albümden Sound listelere üst sıralardan giriş yaptı. Tam bu dönemde grup Neil Young'un ön grubu olarak ilk Amerika turnesine çıktı.. Turneden dönüldüğünde albüm hazırdı ve prodüktör koltuğunda yetenekli müzik adamı Brian Eno vardı...
Kendini keşfetme yolculuğuna Eno ile çıkan grup 2 albümle muhteşem döndü. Laid'i piyasaya süren grup o güne kadar ki en başarılı çalışmasına imza atmıştı. Albüm Ada'da tam 600.000 kopya satmıştı. Laid parçası artık Ada'nın yeni hit'iydi. Akabinde çıkan deneysel Wah Wah'ın ise varlığıyla yokluğu bir olmuştu. James hiç ummadığı bi başarı yakalamış, malum Manchester sounduna yön verenlerden biri olmuştu.
Saadet pek fazla sürmemiş grubun 2 önemli ismi Larry Gott ve Martine McDonagh gruptan ayrılmıştı. Booth ise solo projesi için gruptan iznini istemiş ve Angelo Badalementi ile Booth and the Bad Angel albümünü kaydetmişti. Pek ilgi görmeyen albüm yine de eleştirmenler tarafından olumlu yorumlar almıştı.. Dağıldı dağılacak denilen James 1997 Şubat'ında Whiplash ile harika bir dönüş yaparak, She's a Star ile İngiltere'de tekrar Top10'a girmişti.
Grubun defalarca değişen kadrosuna katılan isim bu kez ritm gitarda Michael Kulas'idi. Mart 1998'de grup Fofana Records imzasıyla Best Of albümünü çıkardı. Albüm satışlarda 1 numaraya kadar yükseldi ve James çıktığı turnelerin hepsinde kapalı gişe olarak performans sergiledi.. Albüm satışları gayet başarılıydı..
Yeni albüm için stüdyoya dönen Tim Booth ve arkadaşları Millionaires'in kayıtlarını bitirip Ekim 1999'da albümü piyasaya çıkardığında beklenenden fazla ilgi gördü. Maddi olarak çok fazla getirisi olan albüm, hayranlar tarafından ise beğeni görmedi. Bunun üzerine grup tekrar Brian Eno'nun kapısını çalacaktı..
2001 senesinde Plased To Meet You albümünü yayınladı. Albümün kapağında grup üyelerinin yüzleri birleştirilerek kompozit bir resim oluşturuldu. Ama bu ilginç kapak tasarımı bile albümü kurtaramadı. Fofana ile o güne kadar ki en düşük satış rakamlarına ulaşılmıştı. James başladığı yerde, Manchester'da bitirmeye karar verecekti. Tim Booth gruptan ayrılmak istediğini açıklamıştı bile.. İngiltere'de bir veda turnesi düzenleyen grup kapanışı memleketlerinde inanılmaz bir konserle Manchester Evening News Arena'da yaptı. Bu konser DVD olarak daha sonra satışa sunuldu. (Getting Away With It...) Bir efsane daha sahnelerden çekilmişti.
Bi çok kişi Tim Booth'un elektronik müzik ve sinema merakının bu ayrılığa neden olduğunu söylüyordu. Söylendiği gibi bi kaç sinema filminde ufak rollerde yer almış ve 2005 senesinde Bone adlı bir albüm de çıkarmıştı. Ancak başarılı olamamıştı.
Neyse ki ayrılık çok uzun sürmeyecekti..
2007 yılına gelindiğinde James üyeleri görüşmelere başlamış, bu gelişmeler basında da yer almıştı. Nihayet tüm üyeler ikna edilmişti. Müjdeli haber 2007'de gelmiş ve James birleşmişti. 5 konserlik turne açıklandığı an biletler sold-out olmuştu.Senenin bombası olan bu birleşme sonrasında tüm büyük festivallerden davet alan grup hem kendi programını hem festival programlarını genişletmek zorunda bırakmıştı.
Beklenen albüm Hey Ma 2008'de raflardaki yerini almış ve İngiltere listelerinde yine yeni yeniden ilk 10'a girmeyi başarmıştı. Tim Booth ele güne "I'm alive!" diyordu.. Bu dönemde grup yoğun konser programına devam etti.
2010 yılına gelindiğinde 2 set halinde The Night Before ve The Morning After albümleri yayınlandı. 2011'de grup faal olduğunu fakat Tim Booth'un solo projelerde yer alacağını açıkladı.. Bu dönemde İstanbul sevgisi de bilinen Tim Booth ve arkadaşları sırasıyla 2007 ve 2011'de İstanbul'da konserler verdi.
Tüm başarısına rağmen James hiç bir zaman kalıcı olamadı. Asla hak ettiği ilgiyi görmedi. İlk zamanlarında grup The Smiths'in veliahtı olarak gösteriliyordu. Morrissey onları açık şekilde desteklemiş hatta en sevdiği grubun James olduğunu da bir röportajında sözlerine eklemişti.. Bu onlar için bi avantaj gibi görünürken aslında tamda ters etki yapmıştı.. Ayrıca İngilizlerin kalitesiz magazin medyasına prim vermeyerek, basınla arasına duvar örebilen nadir gruplardan olması da ilgi görmemelerinde ki başlıca sebeplerden biriydi. NME örneği bunun en büyük kanıtıydı. Açıkçası grup gençler tarafından da tercih edilmiyordu.
Sona gelirken;
Radiohead, Coldplay, Nirvana, Happy Mondays ve The Stone Roses gibi grupları konserlerinde ön grubu olarak sahneye çıkaran James, tuhaf ki hiç bir zaman yeteri kadar önemsenmedi İngiltere'de. Aslında biraz karizmaları birazda sansasyonları eksikti. Mutlu eden müziğiyle, Tim Booth'un inanılmaz vokaliyle hatta konserlerdeki o "bizden biri" tavırlarıyla James, sadık hayran kitlesiyle birlikte her zaman farklı olmayı başaran, dönemin arka mahalle efsanelerindendi. Geriye bıraktıkları Sometimes, Say Something, Getting Away With It, Laid, Sit Down, Come Home, Lose Control, Born Of Frustration, Out to Get You, Senorita, Waltzing Along gibi efsane eserlerle bizleri kutsadıkları için kendilerine ne kadar minnet etsek az.
İyi ki müzik yaptınız kötü giyimli adamlar.. pleased to meet you.
Efendim, her sene olduğu gibi 2 filmi sivriltip alakalı alakasız tüm ödülleri dayadıkları törene Oscar diyolar. The Artist 6 Hugo ise 5 heykel aldı. Bu saçmalığı uzun uzadıya yazmak olmaz tabi. En iyi makyaj ödülünün Harry Potter dururken The Iron Lady'e verilmesi sonrası daha başından "yine mi?" sorusunu sorduk kendimize. Neymiş demir leydinin gıdısı varmış, laan..
Plummer'in ödül alması, Jean Dujardin ve Woody Allen'ın Midnight In Paris'i sevindirici, Billy Crystal ise gayet sıkıcıydı. Natalie Portman ve Emma Stone büyüleyici Merly Streep her zamanki gibi zarifti. Erkekler ise şıklık yarışı içindeydi. Smokinlerde bu sene ağırlıkta olan renk kuşkusuz siyahtı.
Sonuç olarak gönülümüzden geçene yani The Artist'e gitti büyük ödüller. Rakibi Hugo'ya da sevinsin diye kıytırık ödülleri dayadılar bolca. Özeti buydu. Hayırlı olsun.
Madonna İstanbul konserinin bilet fiyatları açıklandı malum. En ucuz bilet 110 en pahalısı ise 650 lira. Madonna "benim için değer" diyor yüksek bilet fiyatları için. Sahne şovu, ağır yıldız, popun kraliçesi eyvallah. Ama biz pop (brit olan hariç) sevmeyiz ki.. Kedi, ciğer, mundar mevzusu işte. Bak nasıl aydınlandık şimdi. O halde bizde n'apıyoruz;
Kimisi aşkından, kimisi bi anısından yola çıkarak, bazısı da sırf eğlencelik olsun diye hayali veya etli butlu şahıslara yazılmış onlarca güzel eser dinledik. Eserlerle ölümsüzleşen o şanslı isimler, hep bi ayrı güzel olmadılar mı? Yakında bi çoğunun hikayesini de yazıcaz burada. Şimdilik sadece; gecenin teması "Bu şarkıyı ben sana yazdım."
Ada'da herkesin gözü kulağı Brit ödüllerindeydi. Ancak hayal kırıklığı oldu. Brit Awards eski tadından çok uzak amatör bi ödül töreni olup evrimini tamamlamış durumda maalesef..
Her şeyden önce o kötü albümüyle Coldplay'e üçüncü kez en iyi grup ödülü verilmesi kabul edilebilir bi durum değil. Coldplay kendini kanıtlamış, müziğin son 10 yılına damga vurmuş gruplardan biridir orada hemfikiriz fakat bu sene çok daha sağlam işler çıkaran gruplar varken ödülün gitmemesi gereken taraftı kendileri.
Eurovision tadında ilerleyen ödül töreninde kazananları aşağıda vereceğiz. Fakat sevindirici olan bi kaç hadiseyi de paylaşmasak olmaz. Blur müziğe yaptığı katkılardan dolayı hiçte yabancı olmadığı ödülü bir kez daha aldı. Grubun tekrar birleşmesiyle İngiltere'de tekrar gözbebeği durumuna gelmesi bir oldu diyebiliriz.
En iyi uluslarası grup kategorisi ilgimi çekiyordu en çokta. Fleet Foxes alsın isterdim ama Dave Grohl'un Foo Fighters'ı bu seneki ödül koleksiyonuna bi yenisini daha ekledi. Çıkış yapan gruplar kategorisinde ise favorimiz Lana Del Rey hakkıyla ödül alan 2 isimden biri oldu. Sahneye çıktığında pek bi çekingen ve mahçuptu kızımız. Canım ya.
Adele bildiğiniz gibi. En iyi bayan solo ve en iyi albüm ödüllerini aldı ve sevenlerinin tüylerini kaldıracak bi performans sergiledi. Ardından bir diğer ödül sahibi Rihanna abartılı sahne şovuyla ağızları açık bıraktı. Gecenin olayı ise birazdan gerçekleşecekti. Outstanding Contribution to Music ödülü alan Blur sahneye çıkacaktı. Öncesinde Adele son ödül olan Yılın albümü ödülü için sahneye davet edildi. Ancak kendisine konuşma şansı tanınmadan sözü kesilerek zaman problemi nedeniyle sahneden inmesi gerektiği söylenince, Adele sert çıkıştı ve orta parmağını göstererek sahneden ayrıldı. Hayranları olayı protesto ederken Blur sahneye çıktı ve sırasıyla Girls & Boys, Song 2 ve Parklife'ı seslendirerek töreni noktaladı.
İşin aslı Blur'u gerçekten özlemişiz fakat Adele'e yapılan saygısızlık diğer güzellikleri az da olsa gölgede bıraktı. Zira törenden sonra konuşulan tek şey Adele'e yapılanlardı.
Son olarak Blur'un tekrar biraraya gelmesi ve konserlerine hız kesmeden devam etmesi müzik adına sevindirici gelişmeler. Son duyuruya göre Blur, Londra 2012 Olimpiyatları açılış konserlerinde Hyde Park'ta konser verecek.
Bir saçma töreni daha nedensizce anlatmaya çalıştım. Taş olurum inşallah. Hadi bakalım.
Kara mizah türünün iyi örneklerinden biri olan In Bruges, Martin McDonagh'ın ilk uzun metraj filmi. 2008 yılında gösterime giren filmin başrollerinde Colin Farrell ve Brendan Gleeson var. Komedi - Suç - Dram türlerine de yatkın olan film tamamen Brugge şehrinde geçiyor ve şehrin güzelliklerini cömertce sunuyor.
Hatta öyle ki Brugge'ün güzelliklerini izlemekten yer yer filme odaklanamadığımız, içine giremediğimiz olmuştu. Şehrin kasvetli havası ve arka fondaki enfes müzik ile Colin Farrell'dan alışık olmadığımız seviyede iyi bir oyunculuk izlemiştik. Ne de olsa Avrupa havası solumuş, İngiliz bir yönetmenin elinden çıkmış In Bruges, kentsel dürtülerin yönetmeni Woody Allen'ın bir çok eserine benzetilebilir.
Ağır işleyen temposu mükemmel diyaloglarla, sağlam esprilerle, Brugge renkleriyle o kadar güzel kotarılmış ki izlerken bi kaç kere "keşke bitmese" dediğimi itiraf etmeliyim. Trajedi olgusunu bu kadar dengeli ölçüde mizahi ögeler barındırarak anlatabilen pek film yok maalesef yakın geçmişte. Bu nedenden dolayı yakın tarihin en başarılı yapımlarından biridir nezdimde.
Ralph Fiennes'in oyunculuğu çok çok üst seviyede. Kendisini hayranlıkla izlediğimi belirtmeliyim. Ayrıca bir de "Fransız hatunlar güzel olur" kontenjanından Clemence Poesy var ki güzelliği dillere destan.. Farrell'ın kaşlarının çekim gücünden kurtulup filme dalabilir ve Brugge'ün o ihtişamlı güzelliğinin içinde barındırdığı kasvetten de sıyrılırsanız ne mutlu size. (yürü be..)
Sonuç olarak; Harry Potter serisi izleyenler bu filmin kadrosuna da yabancı kalmayacak. İngiliz yönetmen ve oyuncuları sevenlerbirliği için ise bulunmaz nimet.. Diyaloglar o kadar keskin ki spoiler vermeden yazılması imkansız eserlerden biridir benim için In Bruges. Bu noktaya kadar iyi sabrettim diyebilirim.. Hâlâ izlemeyen bi kaç kişinin kaldığını biliyor, onlara güzel bi ikramda bulunduğumu düşünerek sonlandırıyorum.
'Kaldırım taşı dahi olsak, o Brugge'e gidilecek..'
Brit ödülleri yaklaşırken, ödül tarihin en sansasyonel olaylarından birini yazmamak olmazdı..
Aslında iki dost grup veya düşman kardeşler demeliyiz onlar için. Blur'dan Damon ve Oasis'den Liam dude ve bro olarak takılıyordu, ta ki İngiliz medyası devreye girene kadar. O andan itibaren Ada'nın en popüler kapışmalarından biri gerçekleşecekti. Bi tarafta okullu, soylu Londralılar; Blur diğer tarafta ise Manchester'ın asi alaylıları; Oasis.. Britpop altın çağını yaşıyordu. Fakat bu yeni türün adamlarının uslu durmaya pek niyeti yoktu..
Her şey 95' Ağustos'unda Blur'un Country House single'ını Oasis'in Roll With It'i ile aynı gün piyasaya sürmesiyle başladı. O andan itibaren medyanında inanılmaz gayretiyle 'kankaların' arası açıldı ve birbirinden ağır sözler telaffuz edildi. Gerginlik bitti denildiği an tekrar başlıyor Noel Londra tarafına "zevksiz, orta sınıf serserileri" diyor karşı cepheden ise "Cahiller ordusu." şeklinde tepki alıyordu.
Daha önce de bahsettiğimiz yaramaz çocuk Liam olayları yatıştırmaya çalışsa da bu kez abi Noel rahat durmuyor gerginliği tırmandırıyordu.. "Umarım Blur üyeleri HIV kapar" şeklindeki açıklamasıyla Noel olaya level atlatmıştı.. 1995 yılında Blur Parklife'ı piyasaya sürmüş ve Brit Awards'da 4 ana ödülü kaptığında sahnede Oasis'e teşekkür ederek saygılarını iletiyordu.. Bu inceliğin üzerine tam da olay kapandı derken 1996'da Londra ve Manchester tekrar Brit ödüllerinde karşı karşıya geliyordu...
Bi tarafta Blur'un The Great Escape'i diğer tarafta ise Oasis'in ve aynı zamanda tarihin en iyi albümlerinden biri olan What's the Story Morning Glory'si yarışıyordu. Bu kez Manchester rövanşı 3 ana dalda ödülü kaparak aldığında sahnede müzik tarihinin en ilginç ayarlarından biri verilecekti.. Best Album açıklandığında sahneye çıkan Oasis üyelerinin kafaları bi hayli kıyaktı. Mikrofona yapışan Liam bi kaç klişe tekrarladıktan sonra Blur'un Parklife'ını birazcık değiştirerek diğer grup üyeleriyle söylemeye başladı:
All the people
So many people
They all go hand in hand
Hand in hand through their shitlife..
Ardından sahnenin önüne gelerek Brit heykelciğiyle seyircelere sırtı dönük şekilde eğilerek ilginç hareketlerde bulundu ki onu ben anlatmayayım siz izleyin;
Evet, olayın bi galibi yoktu. İki grupta henüz genç ve bol miktarda uyuşturucu tükettiğinden çok fazla şaşılmaması gereken tavır ve hareketlerde bulundular. Olayın galibi medya oldu. Yüksek tirajlar elde edildi, malzeme nasıl olsa geliyordu..
Her iki grupta didişir dururken Pulp aradan sıyrılmayı başarıp güzel işlerin altına imza attı. Dedik ya Britpop en değerli günlerindeydi. Aslına bakarsınız misyonunu tamamlamış, Grunge'ı da bitirmişti..
Blur ve Oasis'in tarzı britpop olsa da nedense bi grup insan aksini iddia etmekte. Onlardan biride benim. Tarzları benzetebilseydim belki bi karşılaştırma yapardım ama mevcut koşullar altında bunu doğru bulmuyorum. Lâkin iki grup içinden Manchester'lı olanı kulağıma daha fazla hitap etmekte, bunu ayrıca belirtmem gerek..
Blur ise deneysel çalıştığı için saygı duyulası, el üstünde tutulası bi grup. Fifa serisindeki Song 2 nasıl unutulur ki en basitinden? Hemen hemen tüm albümleri de başarılıdır fakat sonuç olarak taraflı tarafsız herkesin kabuludur ki efsane Oasis olmuştur.. Bunda İngiltere ve Amerika'nın yeni Beatles arayışının da çok fazla etkili olduğu inkar edilemez. Velhasıl, onlar Manchester'lıydı, sert çocuklardı, şehrin altın çağının en önemli ürünüydü ve esasında Londra'lılar hiç sevilmezdi..
Dönüp baktığımız zaman günümüze gelindiğinde Blur dağılmış, Damon Gorillaz'ı kurmuş, Oasis dağılmış, Liam Beady Eye'ı, Noel ise kendi adını taşıyan bi grup kurarak yoluna devam etmiş.. Bizim payımıza ise güzel şarkılar ve birazda hayal kırıklığı düşmüş.
Çok yeni bi indie grupla tanıştıralım sizi. Aslında 2011 yılında ismini duymayan yok onların.. Geçen yıla damga vuranlardan biriydiler. Lastfm istatistiklerinde yılın en çok dinlenen ilk 3. grubundan biriydi Foster The People. Geçtiğimiz yaz özellikle Pumped Up Kicks ile salladılar ortalığı. Los Angeles'lı genç arkadaşların projesi olarak adımlarını attılar. Tahmin ettiklerinden çok daha büyük bi başarıya ulaşmaları fazla zaman almadı. Torches (2011) albümü kuşkusuz senenin en iyilerindendi ve bu onlara bi çok büyük festivalde sahne alma fırsatını da verdi.
Hakkında henüz yeterli bi bilgiye sahip değiliz, malum daha çok yeniler. İndie pop tarzını seven, bi anda kalkıp dans ediyim, kıpır kıpır olayım diyen, yine bi dönem MGMT ile yatıp kalkmış müzikseverlerin beğeneceği türden bi grup; Foster The People.
Efendim, hastalıkla boğuştuğumuz şu kış günlerinde bizim kafada onlarcası gibi sahlepi yapar kıçımın üstüne otururum kafasından çıkmaya pek az niyetli olsak da tv dizileri ve filmler yakamızı bırakmamakta ısrarcı. Sözün özü, düzelene kadar evciliz.
Kendimden geçtim de siz Buzzcocks'u kaçırmayın dostlar. Efsane ayağınıza kadar gelmiş, görevinizi yapın. Fanfarlo var mesela, eğlenceli grup. Gidin kulaklarınızın pasını silin. Dünyanın en hareketli şehirlerinden birinde yaşıyoruz. "N'aptın abi?" sorusuna verecek güzel bi cevabınız olmalı.. !f istanbul var mesela, gayet iyi filmler getirmişler. Kaçırırsanız bidaha sinema da izleyemezsiniz festival filmlerini. Take This Waltz'ı merak ediyorum, izledikten sonra spoiler verip anlatın bana mesela. Kesmediyse takın fularınızı Van Gogh Alive sergisine gidin, Mayıs'a kadar Kadıköy'de, acele etmeyin..
Son olarak; Halil Sezai Beyoğlu mekanlarında dehşet ve isyan saçmaya devam ediyo, dikkatli olun.
Efendim 60'ta İngiltere'de zorunlu askerlik kaldırılmasa, Beatles asla A Day In The Life'ı kaydedemeyecek, Hey Jude'un albüm kayıtları esnasında Ringo kimseye farkettirmeden işemeye gidemeyecek, Rock'n Roll'un alt kolları oluşmayacaktı belkide.. Ama daha önemlisi yüz yılın icadı olan Ginger'dan haberimiz olmayacak, ABD eski başkanı Bush yere kapaklanmayacaktı.
Adele 6, Foo Fighters 5 ödülle kapattı geceyi. Bizim çocuklar 2 ödülle yetinmek durumunda kaldılar. Şanssızlık Adele gibi bi insan azmanı ile yarışmaktı, sağlık olsun. Sonucu önceden belli olan sıkıcı törenlerden biriydi. İstediğimiz olmayınca çemkirdiğimiz, yarısında uyuyakaldığımız, komik ve doğallıktan uzak gösteriler nihayetinde, büyütmemek gerek. Salyalar akıtarak izleyeceğimiz bi Academy Awards öncesi bunu yazmak büyük cesaret tabi.. BAFTA'da diğer sıkıcı gösterilerden biriydi mesela; The Artist 7 dalda pfff..
Herkesin izlediği törenleri baştan sona anlatmak da ayrı saçmalık.. Grammy için gecenin önemli anı Beach Boys ve Paul McCartney'nin sahne almasıydı. Özellikle Beach Boys çok uzun bi aradan sonra tören için sahneye çıktığında onlara Maroon 5 ve Foster the People eşlik etti. Whitney Houston defalarca anıldı, Chris Martin'in Paradise söylerken çektiği çile, kulaklarımıza verdiği zarar ürkütücü boyutlardaydı..
29 kişilik bir rock band düşünün. Sahneye nasıl sığacaklar şeklinde düşünen %70'iniz gayet haklı esasında. İsveçli grup bunu yıllardır yapıyo, hem de gayet eğlenerek. Jönköping çıkışlı bu küçük grubun elemanları arasında sadece İsveçli yok tabii.
Bir Barcelona seyahatinde isim "aha budur" denilmiş ve ilk ep'den sonra da EMI ile anlaşma imzalanmış. Şarkıları inanılmaz eğlenceli bi kere. Yani nasıl olmasın ki. 29 adam ve hepsinin müzikal bi misyonu olduğu düşünülürse, durup dururken, yanlışlıkla bile beste yapılabilir. Islıklar, alkışlar gibi doğal seslerin yanı sıra türlü türlü müzik aletleri de kullanılıyor. Stüdyoya nasıl sığdıklarını bilmiyoruz. Ama sahneye rahat sığıyolar. Sığmadıkları zaman farklı çözüm yolları üretip insanlara karnaval havası yaşatabiliyolar.
Indie pop, folk türü müzik yapan grubu Belle&Sebastian'a benzetildiğini sıklıkla duyuyoruz. Çete lideri Emanuel Lundgren gerçekten sempatik bi adam. Söz yazarlığını da üstlenmiş durumda. Neşe dolu, mutluluk şeysi salgılatan, sevgi temalı bi çok güzel parçanın çıkış noktası bu garip adam.
Şu ana kadar 4 albüm yaptılar ve henüz ilk albümdeki (Let Me Introdunce My Friends, 2006) başarıyı yakalayamamış olsalar da son 3 albüm de sağlam sayılabilecek düzeyde çalışmalardı.
İstiyoruz ki bu grubu sevin, üyelerini tek tek bağrınıza basın, evinize alın ve başını okşayın..
(evinize almayın..)
Yazmakla bi şeyleri değiştirmek isterdim öyle bi amacım olsaydı eğer. Veda vakti geldi bizim için, bi dostu daha uzaklara uğurluyoruz. Yanında kendini güvende hissettiğin, huzur bulduğun, eğlenebildiğin, paylaşabildiğin insanların senden alıkonması hayatın ibneliği değilde nedir? Belki böylesi iyidir diyerek kendimizi avutup, kaldığımız yerden devam etme vakti. Gezdik, tozduk, bokunu çıkardık. Hayatta daha önemli şeyler de var. The Who gibi.
Bildiğiniz üzere Oasis'in beyni, dahi Noel abimiz kardeş Liam'a daha fazla tahammül edemeyerek akabinde gruptan ayrılarak solo projelere yönelmişti. Geçtiğimiz yıl Noel abi (evet bu kadar samimiyiz) 3. solo çalışmasını yayınlamış (ne kadar solo tartışılır) biz Oasis severlerin hasret ateşini bi nebze olsun söndürmüştü. Yaramaz çocuk Liam'ın kadife sesi olmadan naparız biz derken, büyük abi kendi topluluğunu oluşturmuş (bkz:başlık), çalışmalara başlamış, bizleri büyük beklentiler içine sürüklemişti.
En çok merak edilen ise Noel'in Oasis dönemi tarzını koruyup korumayacağı yönündeydi. Lâkin albümü dinledikten sonra içimiz ferahladı diyebilirim. Gayet yerli yerindeydi her şey. Oasis'in Noeli olduğu gibiydi, değişen bi şey yoktu, dahi yine dahiydi. Kısmen de olsa Oasis tadı alınmıştı.. Dinledikçe açan, yavşatan, gevşeten, güzel düşüncelere sevk eden bi albüm yaratmıştı üstad. Halk arasında "uzun yol albümü" dediğimiz türden, 90'lar Oasis'ini özleten, nedense bahar tadında bi çalışma olmuştu.
Albümde yine bi bütünlük söz konusu. Harika sözler ve işleyen bi hikaye, yani Noel klasiği. İnsanı sokaklara, yolculuklara, hatta ani kararlara iten, o enfes Noel bestelerini ne biçim özlemişiz lan dedirten, bi vaha gibi imdada yetişmişti. Beady Eye'ın Differet Gear Still Speending'inden çok daha oturaklı, akıcı, hisli bi albüm bi kere (Liam'a bulaşmasam olmazdı). Albümün dikkat çeken parçaları; What A Life, Broken Arrow, Stop The Clocks ve şahsen en sevdiğim A Simple Game Of Genius.
Video kliplerden bahsedelim. Albümden 2 video klip yayınlandı. Her ikiside birbiriyle ilişkili olmasının yanı sıra hikaye örgüsüyle de dikkat çeken çalışmalardı. Yayınlanma tarihi sırasına göre paylaşıyorum, iyi seyirler.
Kimi parçalar tıp dünyasının yapamadığını yapar hastayı yatağından kaldırır, mutsuz insanı sevinç yumağı haline getirecek kadar hormon manyağı yapar, melankolik adamı sokağa çıkarıp kilometrelerce koşturur.. Gaz şarkılar diyerek kestirip atmalıydım, çok uzattım. Buyrun;
Pazar günü boktur arkadaşlar, bu böyle biline. Farklı anlamlar yükleyen bi kitle var, yapmayın. Neyse o ayrı mesele. Gecenin konusu "sunday" temalı parçalar. Afiyet olsun.