Mick ve John Head kardeşler tarafından 1987'de Liverpool'da kuruldu. Abili kardeşli oluşu, 80'lerin sonunda piyasaya atılmış olmasıyla Oasis'e benzediğini söyleyebiliriz. Kaldı ki 2006 çıkışlı son stüdyo albümü The Corner of Miles and Gil Noel Gallagher'in stüdyosu Sour Mash Records'da kaydedilmişti. Şu ana kadar 5 stüdyo albümüne sahipler, listelerde ise pek başarılı olamadıklarını görüyoruz. Grubun yaptığı en güzel iş kesinlikle 99 çıkışlı H.M.S. Fable. Albümden çıkan single Comedy grubun en hâlâ en bilinen eseri.
2007'de best of albümü piyasaya çıktı. Bi' sonraki sene John Head solo kariyere yöneldi. 2010'da bir yardım konseri için tekrar bir araya geldiler.
İskandinav ülkeleri deyince akla sadece Eurovision şarkı yarışmasındaki malum oy dayanışması gelmesin. Evet, kabul ediyoruz Alman disiplini, İtalyan defansı ve İskandinav dayanışması diye bir şey olduğu gerçek ancak müziğe olan katkıları bundan çok daha fazlası.
**
70'ler rock'n roll ile sallanırken İsveç'de ABBA adlı bir pop grubu çıkıyor, İsveç bu arkadaşları Eurovision'a göndermekten yorulmuyor, nihayetinde 1.liği alıyordu. ABBA, üyeleri ilginç kıyafetler giyien, ev partilerinde çalınası türden pop müzik yapan bir şirin grup aldığı bu zaferden sonra Avrupa ve Amerika'da hayran kitleleri oluşturuyor, namı gittikçe yayılıyor, albüm satışları milyonları buluyordu. Tam da dönemin ihtiyacı olan, buram buram pop ezgileriyle bezeli, pembe patikli hit parçalar çıkaran ABBA adeta ülkesi İsveç'i de ayakta tutuyordu. Evet, İsveç gururluydu. Daha önce bu denli gündemde olmamıştı. Ekonomi bile canlanmıştı.. Bu çılgın süreçte hafızam beni yanıltmıyorsa İsveç nüfusunun 3 katı kadar albüm satıyordu ABBA.
ABBA - Dancing Queen
Kendi içindeki abuk ilişkileriyle de gündemde olan ABBA bir nesil genç kızlarının ilahı konumundayken, fazla uzatmadan müzik hayatını noktaladı. Bu noktadan sonra İsveç bi süre sessiz kaldı. Uzun bi süre sonra, özellikle ülke içinde ve Avrupa kıtasında oldukça tutulacak gruplar çıkaracaktı. Ancak yeni jenerasyon müziği ele geçirmek üzereydi..
90'ların sonu 2000'lerin başında tavan yapan death metale bir katkıda güzel ülke İsveç'ten gelecekti. Arch Enemy furyası neyse ki çok uzun sürmedi. Bir kaç kere ülkemize de uğrayıp tahribata yol açan melodic death metal insanları günümüzde popülaritesini yitiren gruplardan biri haline geldi.
İsveç'in toparlanması uzun sürdü ama sonucunda güzel ürünler vermeye başladı. Hemen yakın geçmişte parlayan isimlere kısa kısa değinelim; Kent akla ilk gelenlerden. İsveççe yayınladıkları albümlerle başarılı olan grup daha sonra olayın pazarlama yönüne de dahil olarak İngilizce albümler yayınlandı. Hagnesta Hill grubun beğenilen albümlerinden biri..
Bir diğer İsveç güzelliği ise Mando Diao. 2004 yılında yayınlanan Hurricane Bar ile çıkış yapan grup kısa zamanda adını dünyaya duyurdu. Çatallı vokaller ve karizmatik abilerden oluşan Mando Diao her albümde bir öncekinin üzerine koyarak devam etti ve an itibariyle The Hives ile birlikte İsveç'in en popüler müzik grubu konumuna geldi. 2009 çıkışlı Give Me Fire albümünden hafızalardan silinmeyecek hit parçalar çıkardılar; Dance With Somebody ve Gloria grubun dillere pelesenk olan eserlerinden. Mando Diao geçtiğimiz yıl ülkemizde de konser vermişti.
The Hives ise İsveç'in milenyumun başında parıldayan hatta İngiltere'ye rakip olabileceği dahi söylenen hareketli müzik sektörünün en iyi ürünlerinden biri. Garage rock beşlisi (beşli?) 1993'den beri müzik piyasısında aktif olmasına rağmen ününü 2000 ve sonrası yaptığı atılıma borçlu. Veni Vidi Vicious grubun hâlâ en çok dinlenen albümlerinden.
Ülkenin diğer ürünleri olan Jens Lekman ve shoegazer The Radio Dept. dinlemeye doyamadığımız gruplardan..
Jens Lekman - I Know What Love Isn't
Geçiyoruz sert müzikleriyle ün yapmış Finlandiya'ya. Architecture in Helsinki'nin Helsinki'li olmaması büyük talihsizlik.. Lordi'nin en iyi makyaj ve en iyi kostüm dalında oscar adayı filan olmasını beklerken Eurovision fatihi oldular. Yetmezmiş gibi bir de Sibel Tüzün'ü yaladılar..
Bu güzel ülkeye haksızlık etmek ve daha da beteri iri yarı metalci abileri karşıma almak istemem tabi. Ülkenin en büyük sahne gücü HIM (His Infernal Majesty) 1991 yılında Ville Valo ve arkadaşları tarafından kurulduğunda şuan yakaladıkları başarıyı muhtemelen hayal bile edemeyecek durumdaydı. Başlarda satanist takılan bu kudretli abiler 90'ların ortalarında kendi topraklarında geniş bir çekirdek kitle oluşturmuş, popülaritesini artırmıştı. Asıl patlamayı ise Razorblade Romance ile 1999 kışında yapacaklardı. Bu albümle HIM Avrupa listelerinde uzun süre zirveye oynadı ve tüm dünyaya kendini tanıtma şansı yakaladı.
Beyaz Finler metal müziğe yeni bi boyut getirmiş, Children Of Bodom ile death metale öncülük etmiş, Nightwish ile senfonik metali müzik dünyasına kazandırmış ve death metal ülkesi olarak anılmaya başlamıştı..
Kuzeyde, Norveç'te tempo çok daha düşüktü. Yine 2000'lerin başına dönecek olursak, kendilerine Simon & Garfunkel'i örnek alarak kararlı bi şekilde yolan çıkan iki adamla karşılaşıyoruz; Kings of Convenience. Yeni Akustik Hareketi'nin de öncülerinden olan grup kariyerinin ilk yıllarından itibaren oldukça güzel işlere imza atttı. Quiet Is the New Loud albümü ile çıkışa geçen ikili asıl patlamayı 2004 yazında yayınlanan Riot on an Empty Street ile yaptı. Kısa bir zamanda o pek naif eserleriyle şehrin kalabalığından, gürültüsünden kaçarken yanımıza almamız gereken şeylerden biri oldular. Geçtiğimiz Eylül ayında İstanbul'da da çalan grubu 25 Mayıs tarihinde Babylon Soundgarden sahnesinde tekrar dinleme fırsatı bulacaksınız.
Kings of Convenience - Misread
Balıkçılar diyarı Norveç'ten çıkan bir diğer nimet ise elektronik müzik ikilisi Röyksopp. 2001'de yayınlanan debut Melody A.M. ikilinin tüm dünyaca tanınmasını sağladı ve elektronik müziğe yeni bir soluk getirdi. Tarzı ile kısa sürede sivrilen grup yaptığı sıradışı video kliplerle de büyük beğeni topluyor.
İzlanda bu soğuk iklimler içinde tercih edebileceğim tek ülke. Sigur Ros'u ve doğal güzellikleri bir ömür orada yaşamak için yeterli sebepler. Sigur Ros bildiğiniz gibi, 2 Temmuz'da Vodafone İstanbul Calling konserleri kapsamında İnönü Stadı'nda sahne alacağı açıklanan büyük gruplardan biri. Adını üyelerden Jonsi'nin kardeşinden alan (Sigurros) ekip Von albümüyle 1997'de ilk adımı da atmış oldu. 1999'da Ágætis byrjun isimli telaffuzu imkansız olan, sesli harf açısından pek zengin olmayan fakat müziği ile yeterince bu boşluğu dolduran, atmosferik müziğin doruğuna ulaşan bir albüm yayınladılar. Bu albüm aynı zamanda Sigur Ros'u uluslararası alanda üne kavuşturan albümdü. 2005 yılında yayınlanan Takk telaffuzunun kolay olması yanısıra müzikal olarak da grubun zirve yaptığı çalışmaların başındaydı. Bu dönemde pek çok büyük festivalde yer alarak, önemli gruplarla aynı sahneyi paylaştılar. Dönem müziğine huzur unsurunun yanısıra deneyselliğiyle de farklı bi tarz getiren Sigur Ros aynı zamanda 2007'de yayınlanan Heima adlı konser görüntülerinden oluşan belgesel filmi ile olumlu eleştiriler aldı. Hatta bu belgeselin halihazırda çekilmiş en iyi müzik belgesellerinden biri olduğu bir çok otoritenin ortak görüşüdür.. Daha sonra gösterime giren bir diğer başarılı Sigur Ros belgesel filmi yine konser görüntülerinden oluşan 2011 yapımı Inni. 2012'de yayınlanan Valtari diğer albümlere göre biraz daha sönük kalsa da grubun kredisi hayli fazla..
Heima
VeReykjavík içinden bir güzel; Björk. Müzik hayatına 15 yaşında atıldı. Eşiyle birlikte Sugarcube'ü kurarak, bu grupla başarılı sayılabilecek 3 albüme imza attı. Sugarcube dağılınca solo kariyere yöneldi. Bu dönemde eşi Thor'dan ayrılan Björk'ün hayatı 1993'te Londra'ya gelmesiyle tümüyle değişecekti. Londra'da kaydedilen Debut ile kısa zamanda büyük başarı elde etti. Albümden çıkan single'lar İngiltere'de top 40'ın tepesinden hiçbir zaman inmedi. NME dergisi Debut'u yılın albümü seçti ve şarkıcı bu albüm ile bir de Brit ödülü sahibi oldu.
2 yıl sonra Post ile benzer başarıyı yakaladı ve bir kez daha Brit ödülünün sahibi oldu. 1997'de yayınlanan Homogenic iseo güne kadar ki en deneysel Björk albümüydü.. 2000 yılında ünlü yönetmen Lars von Trier'in Dancer in the Dark filminde rol aldı. Bu film Björk'ün oyunculuğunun da en az müziği kadar etkileyici olduğunu gösterdi ve Cannes jürisi tarafından En İyi Aktris seçilerek ödüllendirildi. Filmin soundtrack'i Selmasongs büyük beğeni topladı. Palme d'Or ödülü ise tabiki Lars von Trier'e gitmişti..
Biralarıyla güzel ülke Danimarka'ya geçtiğimizde ilk akla gelen isim Mew oluyor. 90'ların sonunda kurulmuş bir gruba göre şöhreti geç yakalamış dersek onlar için anormal olmaz hehalde. Ülke içnde ödül avcısı olarak nitelendirebileceğimiz Mew 2003'te Frengers ile başlayıp, 2005 And The Glass Handed Kites ve 2009'da No More Stories... ile devam eden 6 yıllık süre içinde 3 başarılı albüme imza attı. Yaptığı neşe dolu müziklerle bir çok kişinin göğe yükselmesine vesile olan grup vokalini kaybetse de günümüzde yoluna Jonas Bjerre ile devam etmekte.
Müzik geçmişi çok da parlak olmayan Danimarka'da sivrilen bir diğer grup, indie rock ikilisi The Raveonettes. 2005'te Pretty in Black ile türünün en başarılı albümlerinden birini müzik dünyasına armağan etti. Interpol, Depeche Mode gibi gruplarla turneye çıkmaları grubun Avrupa'da tanınmasını sağladı. The Raveonettes özgün tarzıyla benzerleri arasından sıyrılmayı başarmış, kalburüstü indie gruplarından biri. Bugüne kadar ülkemize 2 sefer düzenleyip güzel hatıralara vesile olmuşlardır.
"Herkes dev bir konser olacağını söylüyordu
ama, sanırım kimse inanmıyordu. Dead olarak baskı altındaydık, çünkü
kariyerimizin dönüm noktasıydı, iyi çalarsak yırtacaktık, iyi çalamazsak
silinip gidecektik. Sahneden yarım mil ötede bir çadırda kalıyordum.
Pisti. Çamurluydu. Ne yeterli yiyecek vardı, ne de ihtiyaç giderecek
tesis. Ama kimse hayatından şikayetçi değildi. Madem oradaydık, tadını
çıkaracaktık. Biz çalarken bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.
Kâbustu. Enstrümanıma her dokunuşumda çarpılıyordum. Sahne sırılsıklamdı
ve ben iletkendim! Beyzbol topu iriliğinde mavi bir kıvılcım çıktı,
ayaklarım yerden kesildi ve üç metre yana savruldum. Belki de en kötü
performansımızdı. Kimileri Woodstock’la şöhrete ulaştılar. Biz ise
Woodstock’u yirmi yılda telâfi edebildik."
Dünyanın en büyük müzik festivali Glastonbury 2013'de bir önceki senenin de acısını çıkararak line-up yapmış sanırım. Söyleyecek pek bi şey yok bence bunun üzerine.
Agos gazetesi güzel bi şey düşünmüş, 1 koca sayfayı biz amatör yazarlara ayırmış. İstediğiniz konuda buyrun yazın diyolar. Sayfanın editörü Nayat hanım zevkleri son derece iyi (Oasis hayranı daha ne olsun?), sanatla iç içe olan, gündemi yakından takip eden, ayrıca pek bi naif insan. Hazırladığı sayfa oldukça kaliteli, iyi yazarları ağırlıyor. Geçtiğimiz günlerde biricik bloggerınız da Agos'un Derkenar'ı için Calexico konseri izlenimlerini yazmaya çalıştı.
Buna blogda yer vermeseydim çatlardım, baya geç de olsa.. Son dönemde beni en çok etkileyen sanatsal yapıtı paylaşmak istiyorum. Hâlâ farkında olmayan insanlar olabilir, izlemeli.
Şüphesiz ki yılın en iyi bağımsızıydı. Charlie karakterinin ergenlik dönemlerine denk gelen travmatik olaylar neticesinde yaşadığı duygusal hezeyanlar, kimlik arayışı içine girmesi, derin arkadaşlık olgusu, çılgın partiler gibi alışılagelmiş başlıklarla klasik teenage filmi gibi görünüp, bittiğinde göğsünüze ağır bi darbe indiren bu başyapıtı daha da güzelleştiren şey başarılı soundtrackleriydi. Bunlardan en önemlisi Bowie'nin Berlin yıllarında utanç duvarına yaslanmış, silahlar altında öpüşen çifte yazdığıydı.
Patrick: İlk ilişkin nasıl gidiyor?
Charlie: Çok kötü birimizin kanserden öleceğini bu yüzden ondan ayrılmamam gerektiğini kurgulayıp duruyorum.
David Bowie'nin yeni albümü The Next Day malum ortamlara düştü bile. Bowie'yi takdir etmek gerek. Büyük risk aldı ve yayınladığı video kliplerle hala güzel şeyler yapabildiğini kanıtladı. Gözden düşmüş eski üstadların dönüşü sıkıntılı olabiliyor fakat Bowie bize ikinci bi Paul Simon - Graceland vakası yaşatabilir.
Üstad özellikle ülkemizde geçmişten bu yana en çok sevilen hötölerden biridir. Kanıtlar aşağıda;
Büyük festivallerin tarihleri netleşti gibi. Efes Pilsen One Love 20-21-22 Haziran'da, Rock'n Coke ise henüz resmi olmayan bilgilere göre 6-8 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek. Geçen yaz trajikomik olaylara sahne olan ve bira satışı yasaklanan "Efes Pilsen" One Love'un bu sene en büyük kozu; Blur.
Geçen sene yaşanan tatsızlığı unutturmak adına Blur hamlesi çok önemliydi. Dağıldı, birleşti, bıraktı, albüm yapacak, geliyolar, vazgeçtiler gibi belli konu başlıkları altında bir çok dedikodu yapıldı sosyal medyada. Nihayet geçtiğimiz günlerde grup tur tarihlerini resmi siteden duyurdu ve meraklı bekleyiş sona erdi.
Festivalin bu sene yasaklı okulun kampüsünde gerçekleşmesi pek olası görünmüyor. Organizasyon şirketinin aynı hatayı tekrarlamayacağını ve farklı bir yer belirleyeceğini düşünüyorum. Bir diğer yandan da festivalin 11 senedir aynı yerde yapıldığı gerçeği var -ki yer değişimi söz konusu olduğunda müdavimleri kaybetme ihtimali de göz önünde bulundurulmalı. Ancak, son RHCP konserinde görüldüğü üzere Santralistanbul büyük isimleri kaldırabilecek kapasitede bir yer değil. Blur'u Santralistanbul'a getirmek büyük hata olur, üstelik elde kötü bir RHCP örneği varken.
Rock n Coke'un ise el değiştirdiği duyuruldu. Pozitiflive Coca Cola ile anlaşamadı ve organizasyondan çekildi. Festivali bir diğer tecrübeli organizasyon şirketi Showhow devraldı. Asıl önemli olan konu ise organizasyonun yabancı sanatçı sorumluluğunu ünlü Sziget'in üstlenmesi. Organizasyon Sziget'e verilince beklentiler yükseliyor tabi. Sziget'in Avrupa'da düzenlediği festivallerin line up'ına bakarak ülkemizde sahne alacak isimler hakkında tahmin yürütülebilir. Ayrıca festival bu sene de ülkenin "en iyi festival alanı" olan Hezarfen'de düzenlenecek.
Tarihler olabilecek en iyisi gibi görünüyor. Özellikle Rock n Coke'un tekrar Eylül'e alınması tam isabet olmuş. Her iki büyük festival de ramazan ayına denk gelmiyor. Alkol satışı konusunda sorun yaşanmayacağını umuyorum.
Diğer festivallerden haberler geldikçe paylaşacağım.
Foxygen adında bi grupla tanıştım bu hafta. San Francisco adlı şarkılarını dinleyince 60 veya 70 çıkışlı gruplardan olduğunu düşündüm lâkin günümüz gruplarından olduğunu anlamam uzun sürmedi. Psychedelic rock - indie pop arasında bi müzik icra ediyolar. Anlaşılacağı üzere yaptıkları müzik gayet özgün ve güzel harmanlanmış.
Bilgim dahilinde Foxygen'in diskografisi; 2009-2011 arasında yayınladıkları bi kaç EP, 2012'de Take The Kids Off Broadway ve çıkış yakalayıp iyice dikkat çektikleri 2013 yapımı We Are The 21st Century Ambassadors of Peace & Magic'den ibaret. Yeni yıla sağlam bi giriş yaptılar ve bi kaç haftadır radyolarda şarkılarını sıklıkla dinlettiler bize. Oldukça neşeli, cıvıl cıvıl bi ikiliyle tanışmak üzeresiniz..
Tarzları itibariyle göz önünde bulunduracağım, gelecek vadeden gruplardan biri Foxygen. Günümüzde hâlâ psychedelic yapmaya çabalayan -hem de hakkını vererek- insanlar gördükçe onlara sıkı sıkı sarılmak gerektiğini düşünüyorum. Bir de canlı dinlemek gerek tabi. Listenize ekleyin; bu çocuklarda iş var.
Gece gece bastıran Bryan Adams dinleme arzularım beni tekrar bloga azıcıkta olsa yazma şevki getirdi. Biliyosunuz ki bu Kanada'lı abimiz 80'lerde patlamış, bi hayli popüler olmuş daha sonra sönüp gitmişti.(Kimileri kendini bitirdiğini söyleyebilir, haklılık payı vardır.)
Bryan Adams ile ilgili bi kaç trivia vermekte fayda var. Kendisinin ağır Slayer hayranı olduğunu biliyoruz. Zevkleri olan bi abiymiş -vakt-i zamanında-. En büyük handikapı olan Kanadalı olmasını iyi şekilde bertaraf edip çokta iyi olmayan fakat etkileyici olan o tuhaf çatallı sesiyle, "hiçte iyi olmayan" insanlarla düet yaptı; örnek; Pamela Anderson.
Türkiye'de ilk stadyum konserini veren isimdir aynı zamanda Bryan Adams. Bu konser 20.000'den fazla insan tarafından İnönü Stadında izlendi. Stadyum konserine pek yabancı ve aç olan milletimiz tabi ki Bryan'a bir Queen bir Pink Floyd muamelesi yaparak Kanadalı'yı pek etkilemiş olmalı ki adam o gazla Türkiye'de bir de klip çekti. Klibin yönetmeni müzik belgesellerinden ve şahsen çok sevdiğim Control filminden tanıdığımız fotoğrafçı Anton Corbijn. Ayrıca; Bryan Adams'ın da iyi bir fotoğrafçı olduğunu belirtelim.
Bryan Adams ülkemizde son konserini 1999'da verdi. Hâlâ çatur çutur albüm yapmakta ve sadık dinleyici kitlesini mutlu etmekte.
Şimdi sizi 1992 yılının çılgın İstanbul rock dinleyecilerinin de görüntülerinin bulunduğu Do I Have To Say The Words? un klibiyle baş başa bırakıyorum. Atmosfere bayıldım.